Mavikent-Çıralı Rotası
1 Kasım’da sabah Antalya uçuşuyla başlayan bu 4 günlük yürüyüşün sonunda elbette parçalara ayrışıp birleşen, komple yer değiştiren, yerini iyice sağlamlaştıran pek çok parça var içimde. Yaşadıklarımı yazıya tam olarak dökmek zor olsa da bir şansımı denemek istedim. Bu yazıda 500 kmlik Likya Yolu'nun sadece 40 kmlik kısmı ve tamamen benim deneyimlerim var. Keyifli okumalar...
1.Gün / Mavikent-Korsan Koyu
İlk gün sabah saatlerinde havaalanına vardıktan sonra 4 kişi olduğumuz için Mavikent’e bizi bırakacak bir transfer ayarladık. Hem süre kaybını ve gereksiz yorgunluk kısmını elemiş olduk hem de maddi olarak çok bir fark yaratmadı. Karaöz yerine Mavikent’ten başlama sebebimiz aradaki yolun asfalt oluşuydu ve enerjimizi orada tüketmek istemedik. 2. günkü zorlu etabımıza erken saatte başlamaya karar verip ilk gün Korsan Koyu’nda bir konaklama ayarlayıp denizin tadını çıkarmaya karar verdik. Korsan Koyu'nda konaklama seçenekleri ‘camping’ şeklinde. Bu yürüyüşümüzde çadır taşımadığımızdan (ilk Likya yolu yürüşümüzde taşımıştık) 4 kişilik bir bungalov seçeneği olan bir yeri tercih ettik. Oldukça ucuz ve oldukça salaştı. Kılıfsız, sararmış bir yorgan, rahatsız yataklar, kırık pencereler… (Hiçbirimiz hijyen manyağı değiliz ama yanımıza yastık kılıfı almıştık, yer kaplamıyor ve kafayı koyduğun yerin hissiyatı uykuyu çok etkiliyor ya.) Eşyalarımızı odamıza bırakıp denize gittik. Sezonda nasıldır bilmiyorum ama kasımın başında Korsan Koyu o kadar güzeldi ki!
Korsan Koyu geniş bir ‘U’ şeklinde bir Akdeniz koyu. Kıyıya yakın yerlerinde Bizans harabelerinin bulunduğu ve uzun yıllar korsanlar tarafından ele geçirilip ticaret gemilerini pusuya düşürdükleri bir bir koy imiş. Su soğuğa yakın ılık, tertemiz... Tepede güneş tatlı tatlı ısıtıyor, bizim dışımızda 3-5 kişi var… Kafamı suya sokunca silindi pek çok şey. Su öptü başımı, dinginleştirdi ruhumu dalıp dalıp çıktıkça. Bir kaç saat denizde kaldıktan sonra güneşin batmasına yakın denizden çıkıyoruz, güneş tepeden gidince üşümeye başlıyoruz.
O an mutsuz edici olan şu an kahkahayla hatırladığım, denizden sonra kuzenimin duştan aşırı mutsuz çıktığı bir sahne var gözümün önünde:D Su çok az akıyormuş ve ısınmıyormuş. Bana sıra gelene kadar ısındı ama gerçekten sinir bozucucu bir azlıkta su vardı. Akmak denmez ona olsa olsa damlamak:)) Güneş tepeden çekilince kırık camlı odamız da buz gibi soğudu. Bunu asla örtmem dediğimiz kılıfsız, sararmış yorganı hiç konuşmadan üstüme çektim. Kuzenim de hiç konuşmadan kendi tarafını çekti ve bürünüp uyumaya çalıştık. Sabah 06.00’da kalktığımızda kimse uykusunu alamamıştı ve bir an önce yola çıkmaya istekliydi. İşte yol böyle başladı.
2.Gün Korsan Koyu-Adrasan
2.günümüz, yolumuzun başında nar ve portakal suyu sıkıp elma satan samimi konuşkan abinin ve ürünlerinin enerjisiyle başladı. Yolda karşınıza çıkan her şey ve herkes akışı o kadar değiştirebiliyor ki... Aynı hayat gibi…. Dalga geçmiyorum, aynen böyle düşünüyorum. Ve işte değiştirmemeli belki bu kadar bilmiyorum da insanız ya. Neyse rotamıza bakmıştım elbette ama ayrıntılı araştırmamıştım. Mesela 20 km rota boyunca aşırı dik çıkış ve inişlerin olduğunu, rota boyunca telefonların çekmediğini, hiçbir işletmenin olmadığını, yıldırım düşmüş devasa çam ağaçlarının bir altından bir üstünden geçip, uçurum kenarının yanındaki daracık taş ve kaygan kum patikalardan yürüyeceğimizi bilmiyordum:)) Peki hayatımın en unutulmaz güzellikteki günlerinden biri miydi? Şüphesiz evet ! Bazen çok da bakmamak gerekiyor..
İlk durağımız Gelidonya Feneri’ne kadar çok bir şey yoktu aslında zorluk olarak. Gelidonya Feneri artık fener olarak kullanılmasa da harika bir simge olarak varlığını sürdürüyor. Fenerin döner ışığı başlangıçta yağ ile saat mekanizması gibi çalıştırılmış, daha sonra gaz, rüzgar gücü ve en son güneş enerjisi ile çalışmaya evrilmiş. Fenere bitişik evde yıllarca aynı aile, elektrik,telefon,çeşme suyu olmadan, keçileriyle yaşamış ve fenerin bekçiliğini yapmış. Biz de kaldığımız yerde sabah haşlattığımız yumurtalarımız, termosta kahvemiz, üstüne cila olarak çikolatalarımızla fenerin arkasındaki banklarda Beş Adalar ve Akdeniz manzaralı harika kahvaltımızı yaptık. Kahvaltıdan sonra Markiz Tepesi çıkışımız başlıyor ve biz kelimenin tam anlamıyla şok oluyoruz! Vücudun ağırlaşması mı kahvaltı rehaveti mi bu kadar net, dik bir çıkış beklemememiz mi bizi şok ediyor bilmiyorum ama hepimiz benzer duygular içindeyiz. Ve bunun bu rota boyunca devam edecek uzun ve zorlu çıkışların ilki olduğunu bilmiyoruz.
Daha önce de yürüdük de burada kelimenin tam anlamıyla dağa tırmandığımızı iliklerime kadar hissediyorum!
Sağımızda Beş Adalar ve Suluada’nın harika manzarası, çarşaf gibi bir deniz, yakmayan
ama ısıtan bir güneş ve şekilden şekile giren bulutlar eşliğinde yürüyoruz ve ‘İşte buna değer’ diye düşünürken buluyorum kendimi… Her geldiğimiz düzlükte soluklanıp manzaranın tadını çıkarıp bazen ‘an’ı fotoğraflıyoruz. Ekip bu konuda çok iyi; ‘hatıra bırakacak kadar çok, bunaltmayacak kadar az’ fotoğraflıyoruz. Bazen deniz tamamen kayboluyor ve devasa çam ağaçlarının huzurlu gölgesine ve serinliğine bırakıyoruz kendimizi. Sanki sürekli konuşuyoruz ve sürekli susuyoruz aynı anda.
Kendimi tamamen soyutluyorum bazen, hayal dünyamda kaybolmak için bir cennet burası! Kâh Orta Dünya'da konuşan devasa ağaçların içindeyim, kâh Jules Verne ile dünyanın merkezine seyahat ediyorum. Sonra birden etrafıma bakıyorum. ‘Ne kadar sürdü?’ diye düşünüyorum, zaman gerçekliğini tamamen yitiriyor. Kafamı kaldırıyorum devasa çamlar. ‘Burada karanlığa kalmamak lazım’ diye düşünüyorum, ne yardım çağırabilirsin ne sakatlansan bir insan ya da araç almaya gelebilir seni. Ancak helikopterle kurtulursun.
Gerçekten de dağdayız şuan diyorum kendime. Bazen ayak parmaklarımın her bir taşa dokunuşunu hissedene kadar bedenimdeyim. Gözlerim, aklım, bütün kaslarım dengede tutmaya çalışıyoruz beni. Bir bütün hâlinde tek odaklandığımız hayatta kalma içgüdüsü oluyor. Sonra neden bilmem, yıllardır hiç düşünmediğim hatta yaşandığı an dışında belki hiç düşünmediğim bir anı geliyor aklıma.
Tekir’deyiz, anneannemle dedemin kendi küçük, bahçesi kocaman bir yayla evi var. Evin hemen arkası dağ. Annem eline bir sopa alıyor, benim boyuma göre de bana bir sopa veriyor. Dağa tırmanıyoruz, sonra düşmemek için koşarak iniyoruz. Annem güldüğü için hiç korkmuyorum. Çok eğlendiğimizi hatırlıyorum. Belki de diyorum, bu yüzden bu kadar çok seviyorum dağlarda olmayı .
Ormanın içinde büyük bir kayada mola verip konservelerimizi yedikten sonraki ilk yarım saat benim için yürüyüşün en zor kısmı oluyor. Yine tırmanıyoruz ve bir an yol hiç bitmeyecek gibi hissediyorum. Ben Elçin Yüzgüleç, bir dahaki yüksek performanslı yürüyüşümde beslenme bilimi ne diyorsa onu yapacağıma vücuduma söz veriyorum. Ah canım muzum ve fıstık ezmem yürüyüşün orta yerinde sizin yerinize ton balığı ve bakliyatı tercih ettiğim için çok pişman oluyorum. İlk Likya rotamız olan Ovacık-Faralya da bayağı turistik yürüyüş yapmışız biz sırtımızda çadırlarla. Burada ortalama çanta ağırlığımız 8 kilo. 12 kilo ile ve çadır-mat hacmi ile yürümediğimize çok seviniyorum. Bir süre sonra vücudum tekrar tempoya alışıyor ve Beş Adalar gözden kaybolurken uzaklarda görünen Suluada artık tam karşımızda duruyor. Bu manzarayla beraber bayağı yol katettiğimizi anlıyorum.
Bir süre sonra Adrasan’a geldiğimizi belirten tabelayı görüyoruz, patika da düzleşip genişliyor. Nabzımız normale dönüyor. Bu zorlu rotayı oldukça iyi bir sürede bitirmenin mutluluğuyla birbirimize gülümsüyoruz. Sabahki abiden aldığımız elmadan bir ısırık alıyorum. Kütür kütür ve supsulu. Tadı hala damağımda o anın. Çamlar çok güzel kokuyor. Gözlerim mavi ve yeşilin her tonuna doymuş. Kulağımda kuş ve adımlarımızın taşta, toprakta çıkardığı ses… Yorgun bacaklarıma sarılıp öpesim geliyor! Adrasan sahili gün batımına yakın sarıp sarmalıyor bizi. Kalacağımız yer Arpa Tepesi'nin dibinde. Misler gibi bir kadın işletmesi, tertemiz. Duşun musluğunu çevirince akan sıcak sıcak şırıl şırıl su nasıl bir şükür sebebi!:)) Birer bira söylüyoruz kuzenimle. Tam bir ‘Ohh bee!’ anı. En son duşa ben gireceğim, sahile iniyorum. Bütün gün yürümüş ayaklarımı tuzlu suya bırakıyorum. Bugünü, yaşadıklarımı, düşüncelerimi sindirmek için kendime biraz zaman veriyorum . Ah, Akdeniz, seni ne çok seviyorum!
3. Gün Adrasan-Çıralı
Ertesi gün erkenden uyanıyorum (04.00 gibi) ve benim gibi gezi sabahlarına full enerjiyle uyanan tipler için ses yapmamak çok zor. Hava dışarı çıkılabilir bir ışık seviyesine ulaşır ulaşmaz dışarı atıyorum kendimi. Etrafımı birden onlarca kedi sarıyor. Beraber denize iniyoruz bende yemek olmadığını anlamalarına rağmen uykusuna geri dönmeyen birkaçıyla. Onlar da bir süre sonra gidiyor ve sadece ben kalıyorum. Sadece ben, sadece deniz, sadece gökyüzü … İçimden yoga yapmak geliyor, gerçek bir ‘Güneşi Selamlama’ . Her hareketimde bedenimin nasıl kaskatı olduğunu hissediyorum dünkü yürüyüşün etkisiyle. Sonra oturup sadece güneşin doğumunu izliyorum. Turuncular, pembeler, kızıllar ve altın sarısı, maviye karışırken aklımda pek bir şey yok. Anın ve renklerin büyüsüne kapılıyorum ve bu kendiliğinden oluyor. ‘Vahşi merhem’ diyor Thoreau yürüme kitabının bir yerlerinde. Daha güzel özetleyemem hissettiklerimi herhâlde. Saat 08.00 gibi kuzenim arayıp kahveye çağırıyor, ben otele doğru giderken koca bir ak balıkçıl denizin üzerinde süzülerek selam veriyor.
Harika bir kahvaltı yaptıktan sonra, dünün yorgunluğu ve ortamın rehavetiyle 11.00 de ancak yola çıkabiliyoruz Adrasan-Çıralı rotasının daha az zorlayıcı olacağını düşünmenin de etkisiyle. Ve öyleydi de bence. Bu günle ilgili aklıma gelen ilk şey zorluğu değil, bu rotayı yürürken aldığım haz. Aslında deniz seviyesinden zirve noktasına çıktığımız yer Karaöz-Adrasan rotasında 409 m iken Adrasan-Çıralı rotasında 762 m. Ancak 409 m yi çıkarken deve hörgücü gibi bir yol izliyorsunuz. Yani zirveye çıkıp aşağı inip tekrar zirveye çıkıp tekrar aşağı iniyorsunuz ve arada da sürekli iniş çıkış var. 762 m de ise yani Musa Dağı’na tırmanırken ters ve yaygın bir ‘V’ çiziyorsunuz. Yani uzun ve daha rahat bir tırmanıştan sonra, uzun ve çok keyifli bir iniş sizi bekliyor.
Bu yolu bu kadar güzel kılan en önemli etken ise şüphesiz yolun başında bize rehberlik etmeye karar verip 20 km bizimle yürüyen dört ayaklı yol arkadaşımız. Nam-ı diğer: Yoldaş.(Yoldaş’ı o kadar çok sevdim ki resmini çizip bir de hikaye yazdım.) Öyle ki eve dönmeden son akşam yemeğimizde 2 ayaklı yol arkadaşlarıma ‘En etkilendiğiniz an neydi?’ diye sorduğumda hepsinin ilk cevabı Yoldaş ile ilgili oluyor.
Tepeye çıkarken yer yer zorlansak da yukarıda bizi harika bir manzara bekliyor! Aşağıdan bakıldığında çok uzak duran zirvedeki çamlara vuran ışık huzmesinin içindeyiz artık. Aşağıdan bakıldığında görünmeyecek küçücük canlılar olarak... Dağ sapasağlam orada, heybetli gövdesiyle. Ağaçlar uzanabildiği kadar uzanmış göğe. Kendimi küçücük hissediyorum ve bu bana çok iyi geliyor! Manzaraya bakarken her şey önemini yitiriyor birden ve tam olmam gerektiğim yerdeyim diye düşünüyorum. Çişlerimizi yapıp yola devam ediyoruz. Ee ne bekliyordunuz? 20 km boyunca tuvalet yok, en manzaralı ve hızlı çişler. Elde telefonun olmadığı aman popomu bir şey ısırmasın, bir yürüyüşçü gelmesin çişleri. İnsana çişini bile mecburi farkındalıkla yaptıran canım Likya yolu:))
Aklımda bir sahne var, her hatırladığımda içimi sıcacık yapan. Uzun süreli yoğun bir tırmanmadan sonra bir anda çok enerjiye ihtiyaç duyuyoruz ve mola veriyoruz. Herkes çantasında ne varsa çıkarıyor ve dörde bölüyor.(ve çantalarda çok güzel şeyler var) Yanındakiler de iştahlıysa yemekten aldığın zevk yüz kat artar, bunu bütün oburlar bilir! İşte bizde aşırı mutlu bir şeyler deniyoruz. Kaç paket enerji bar, üstüne kaç paket çikolata açıldı bilmiyorum. MBSR (Mindfulness temelli stres azaltma programı) eğitimi alırken bir gün bizi besleyen ve tüketen şeylerin listesini yapmıştık ve aslında birçok şeyin duruma göre nasıl da her iki tarafa girebileceğini konuşmuştuk. Ve işte ‘şeker’in ‘besleyici’liğine şok olduğu bir an:)) Geniş kayaların üzerinde oturuyoruz. Hepimizin saçları 2 yandan örgülü. Koca sırt çantalarımız önümüzde, zorlu anlarda birbirini destekleyen, geçmişte cadı diye yakılacak kadınlarız muhtemelen diye düşünüyorum ve bu çok güçlü hissettiriyor bana. Ama aynı zamanda çam ağaçlarının gölgesine oturmuş, paylaşmanın ve aynı şeyden zevk alabilmenin hazzını yaşayan kız çocuğu sevinci içimizde, yüzümüzde. Konuşmuyoruz ama herkesin böyle hissettiğini biliyorum o an.
‘KIZ KIZA YÜRÜMEK ZOR DEĞİL Mİ?!’ bana en çok sorulan soru oldu. ‘Yol nasıldı?’ değil, ‘Neler hissettin yürürken?’ değil, ‘Nasıl bir deneyimdi?’ değil. Bu soru gerçekten sinirimi bozuyor. Bunu öylesine ve kafası almadığı için soranlara değil sinirim, onları sallamıyorum. Bizim için kaygılananların haklılık payının olabilmesine öfkem. Kaygılandıkları temel şey doğa değil elbette. ‘Biri bir şey yapar mı?’
Şunu söyleyebilirim ki Likya yolunda yürürken en ufak bir tehlike hissetmedik. Tekinsiz tipler görmedik. Bu yol turistler tarafından çok aktif kullanılan, popüler bir yürüyüş rotası. Hatta bu yürüyüşümüzde bizim dışımızda Türk görmedik. Ovacık-Faralya rotasının özellikle başlangıç kısmında kalabalık gruplar görmüştük turla gelen. Sadece Likya yolunu yürümek için Türkiye'ye gelenler varmış ve ne diyebilirim, çok haklılar. İlk yürüyüşümüzde, Kelebekler Vadisi'nin üstünde çadır kurduğumuz yerde tedirgin olmuştuk yanımıza çadır kuranlardan ama onlar da yürüyüşçü değildi... Bunun dışında kimsenin çöp atmadığı, herkesin kibarca selamlaştığı, sohbetlerin belli bir sınır içinde kaldığı bir yol benim deneyimim.
Tek başıma yürümeye cesaret edebilir miyim? Şu anki halimle Karaöz-Adrasan’ı edemem mesela. Ovacık-Faralya’da ise çok gerilmem gibi. Yani rotadaki yola, tehlike anında ulaşılabilirliğe göre değişir. Ancak genel olarak çok deneyimli bir yürüyüşçü değilseniz doğa yürüyüşlerine mümkünse 3 kişi olmuyorsa en az 2 kişiyle başlamanız öneriliyor. Tek başına yürümenin tadını merak etsem de birlikten kuvvet doğuyor valla, kızlar yanımdayken kendimi yenilmez hissediyorum ve deneyimleri paylaşmak coşkusunu arttırıyor yolun bana kalırsa. Kötü gibi gelen bir ana kahkahalarla gülebilmek... Bu arada ben iki yola da çok iyi tanıdığım(kuzenim) ve hiç tanımadığım insanlarla(kuzenimin yakın arkadaşları) çıktım. Benim için 3-4 gün 7*24 hiç tanımadığım biriyle yürümek, konfor alanımın dışına çıkıştı. Başlangıçta tanımadığım kişiler olacağını öğrenince vazgeçip sonra bu yolu yürümeyi çok istediğimi anlayıp kararımı değiştirmiştim. Sadece bu bile kendim için öyle güzel bir ders ki:)) Hayat gerçekten konfor alanının bittiği yerde başlıyor ve yeni tanıştığın güzel insanlarla, arkadaşlarınla paylaştığından daha fazla şey paylaşır bulabiliyorsun kendini yolda.
Nerede kalmıştık? İniş. O iniş… Sonbahar renkleriyle
ince ince işlenmiş bir yol düşünün, etrafı izleye izleye, yapraklara dokuna dokuna ( yol bazen o kadar dar ki bunun için çaba sarf etmenize gerek yok) ineceğiniz bir yol… Kaygan ya da taşlık değil. Bir yanında uçurum yok. Çok dik değil her adımınızı attığınız yere dikkat etmeniz gerekmiyor.
Aşağı doğru indikçe çam ağaçlarının yerini sandal ağaçlarının başka hiçbir ağaçta görmediğim pürüzsüz gövdeleri, kahverenginin ne çok tonu varmış diye düşündürten renkleri alıyor. Dali tablosundan fırlamış yere paralel şekillerine bakarken hayal dünyam adeta çıldırıyor. Huşu içinde yürüdüğüm o anlar gerçek miydi ?
Günü batırmaya yakın Olympos antik kentinin içine iniyoruz tellerin içinden geçip. Yoldaş, koşarak hepimizin yapmak istediğini yapıp kendini denize atıyor, kim bilir kaç kez yürüdü bu rotayı?
Olympos sahilinden Çıralı sahil yaklaşık 2 km. Deniz kenarından artık tempomuzu iyice düşürerek yürürken güneş batıyor. Havanın kararması burada hiç sorun değil, artık çok daha merkezi bir yerdeyiz. Aylardan Kasım ve Çıralı’da sezon Türkler için kapanmış olsa da turistler için hiç değil. Hatırı sayılır bir yoğunluk var. Eşyalarımızı odamıza bırakıp pansiyonumuzda yemek yemeye karar veriyoruz. ‘Pardon, biz önden bir şişe şarap alabilir miyiz?’ Yanına da makarna söyleyip afiyetle yiyorum. Odaya geçince yine bir soğuk su krizi yaşıyoruz:D Bu sefer kaldığımız yer de salaş ama paralı salaş, salaş olması için çaba harcanmış. Daha açık konuşmak gerekirse diğerinde gecelik konaklama kişi başı 200 tl verdik(gerçekten inanılır gibi değil 2023 yılında) , burada 1000 tl. Hoş da bir yer, burada da sıcak su bulamayınca kızların sinir katsayısı yükseliyor:D Soğuk ve hızlı bir duş alıp uykuya bırakıyoruz kendimizi.
Sabah kahvaltının ardından Çıralı sahile geçiyoruz yürüyerek. Hava da su da ha-ri-ka! Suyun içindeyken Musa Dağı’na bakıyorum. Dün oradaydım diye düşünüp kocaman gülümsüyorum. Doya doya, parmaklarım iyice buruşuncaya kadar yüzüyorum. Yola çıkmasaydım şu an ne yapıyor olurdum? Denizden çıkıp kendimi ısınmış taşlara bırakıyorum. Şezlong yok, havlu yok. O kadar iyi geliyor ki.
Güneşin batmasına yakın Chiemera/Kimera/Yanartaş/Sonsuz Ateş e gitmek için yola çıkıyoruz. Taşların arasından doğal gaz çıktığı için alev alan bu tepeliğin Olympos gibi bir yerde elbette mitolojik hikayesi var. Efsaneye göre Likya kralı İobetes, kızına zorla sahip çıkmaya çalışan Bellerophontes’e (bu bir iftiraymış- kızı aşık olmuş esas ve karşılık alamayınca babasına böyle söylemiş intikam için) Tanrıların öfkesini çekmeden ceza vermek ister. Bunun için aslan başlı, yılan kuyruklu ağzından saçtığı alevlerle insanları ve köyleri yok eden Chimera’yı öldürmesini ister ve aslında görev esnasında öleceğini düşünür. Ancak Bellerophontes, Athena’nın yardımıyla uçan at Pegasus’a binerek mızrağıyla canavarı öldürür ve yerin altına gömülmesini sağlar. Ağzından saçtığı alevlerde yeryüzünde kalır.
Çıralı’dan bu tepeye uzanan yol yaklaşık 2 km, düz ve köylerin içinden geçen sevimli bir yol. Milli parka girince 1 kmlik merdivenli dik bir çıkış başlıyor. Müze kartın geçmediği yerin 2023 Kasım ücreti 28 tl idi.
Tepeye çıkınca oldukça şaşırdım. Tek bir ateş bekliyordum tam kafamda canlanmasa da. Gördüğüm manzara ise gerçekten fantastikti. Kocaman devasa bir taş yığını düşünün, içinde büyüklü küçüklü bir sürü delik var, eski tip fırın gibi. HER YERDE büyüklü küçük alevler var. Deliklerin önüne oturmak tehlikeliymiş, birden alev alabiliyormuş. Doğa beni bir kez daha büyülüyor. Sakin bir yere geçiyoruz herkes kendi halinde olsa da belli bir kalabalık var, sezonda nasıldır düşünemiyorum. Karşımızda, Akdeniz’in üstünde güneş batıyor. Ateşlere çömelip marshmellow pişiren sarı bebelerin mutluluğu görülmeye değer. Çocuk neşesi..:)
Ne kadar kaldık orada bilmiyorum, karanlık olduğu için kafa lambalarımızı takıyoruz ve bütün yol boyunca yol aydınlatmasına ihtiyaç duyuyoruz. Olmasaymış eksikliğini hissedermişiz net bir şekilde. Özellikle köy yolları çok karanlıktı.
Çıralı köyümüze dönüp son akşam yemeğimizi yerken son 4 günde yaşadıklarımızı konuştuğumuz bir sohbete dalıyoruz ve gözlerimizde gururlu, parlak bir gülümseme var. Yemeğin sonuna doğru yeni rotamızın ayrıntılarını konuşmaya başlıyoruz bile.
İçinde yol arzusu olan ve çıkmadan benim gibi kaygıları olan bir kişi bile okuyup yola çıkmaya karar verirse bu yazıdaki her bir kelime varlığını tamamlamış hissedecek. Bu okuduklarınız içinizde bir yerleri kıpır kıpır ettiyse ne mutlu bana! Belki bir gün yolda karşılaşırız:))
Deneyimlerimden öğrendiğim ÖNEMLİ BİLGİLER:
Rota yönlendirme açısından oldukça başarılı. Kırmızı-Beyaz düz çizgi yol bu taraftan anlamına gelirken bu işareti göremediğiniz yerlerde üst üste dizilmiş çoklu taşlar rehberiniz oluyor. İşte bu taşlara ‘Babalar’ deniyormuş. Farklı bloglardan Likya yolunu okurken 'babalar'a geldik diye bişey okursanız anlamı bu:)
Yönlendirmeler her ne kadar iyi olsa da Adrasan- Çıralı yolunun başlangıcında büyük bir alana yıldırım düşmesinden dolayı ağaçlar yoktu ve yapım çalışmaları vardı. Herhangi bir ize rastlayamadık, bu yüzden yürüyeceğiniz parkurun ‘Wikiloc’tan ÇEVRİMDIŞI’ rotasını indirmeniz kaybolmamanız için önemli. Ayrıca bazen sohbete ve etraftaki güzelliklere dalıp yolu kaçırabiliyorsunuz. (Genelde daha kolay görünen yola sapmış oluyorsunuz ve geri dönüş yolunuz mutlaka yokuş oluyor, denendi onaylandı.) Hangi noktadan kaçırdığınızı anlayıp, doğru yola tekrar girmenizi de sağlıyor.
3 lt su taşımak önemli. Ekipmanınızı buna göre ayarlayın. Hiç su bulamayacağınız rotalar var.
İyi bir yürüyüş çantası ve trekking ayakkabınız olması önemli. Elbette yürünür istenirse diğer türlü de ama konforunuz çok azalır. Özellikle rahat ve güvenli bir ayakkabınızın olmaması bazı parkurlarda tehlikeli olabilir! Benden söylemesi.
Çantayı hafif hazırlamak bence çok zor. İnsan sürekli ‘Ya şuna da ihtiyacım olursa’ moduna giriyor. Muhtemelen siz de ilk yürüyüşünüzde fazla olan her bir kilo ve kullanmadığınız kıyafet için geçmişteki halinize selam iletip, bir dahaki yürüyüşünüzü ona göre ayarlayacaksınız. Yine de benim yanıma aldıklarıma bakmak isterseniz çadırlı ve çadırsız konaklama için çantama koyduklarımı yazdığım bir yazı sitede mevcut.
Elçin
Kasım/2023
Comments