İlk Likya yolu yürüyüşü... Pek çok şeyin ilki aynı zamanda. İlk sırt çantalı ve uzun mesafe yürüyüşüm… Çadırımı ve matımı sırtımda kaplumbağa gibi kilometrelerce taşıyıp gece uyumak için ilk çadır kuruşum… İçimde çocuksu bir heyecanla dağ tepe vücudumun ve zihnimin sınırlarını yoklayışım... Harika bir dağ manzarasında çok yukarıdan gördüğüm denize yürüyerek varmanın nasıl bir his olduğunu ilk kez yaşayışım... Ev konforundan uzakta ve acemiliğin etkisiyle gece çadırda soğuktan titreyip taşların batmasından uyuyamayışım ama sabah yine de dinç kalkışım... Tanımadığım insanlarla ilk yola çıkışım…
Okumaya devam ederseniz Likya yolunu yürümeye nasıl karar verdiğimi ilk kez yürüyen bir insanın bakış açısıyla, amatör ruhun getirdiği müthiş heyecanla birlikte karşılaştığım zorlukları da anlattığım samimi bir yazı okuyacaksınız. Ben okusaydım neleri sorardım diye düşündüğüm birkaç temel soru-cevaptan sonra Faralya'dan başlayıp Kabak'ta sonlanan rotamızda yaşadığım maceraları anlatmaya çalıştım.
Likya yolu nedir?
'Likya yolu, Likya kıyıları dolaylarında gezinen, 1999’dan beri var olan ve 540 km uzunluğunda bir yürüyüş rotasıdır. Muğla’nın Fethiye ilçesinde başlayan rota, önce güneydoğu sonra da kuzeydoğu şeklinde kavis çizerek ilerler. An itibariyle rotanın 29 bölümü vardır ve tümünü bitirmek 30-33 gün sürmektedir.’ diyor Likya yolunu bulan Kate Clow kitabında.
Nasıl karar verdim?
Üniversite yıllarından beri adını duyup merak ettiğim ama çok uzak görünen bir yoldu nedense Likya benim için. Üniversiteden sonra da ara ara aklıma gelen bu yoldan Semih’e çok bahsetmiş olmalıyım ki bana Likya yolu’nun haritasını almıştı. Sonra pandemi oldu ve evlere kapandık . Aradan yıllar geçti ve kuzenim Betül bir gün ‘Eda ile Likya yolunu yürüyeceğiz bu bahar, gelmek ister misin sen de dedi?’ Hiç düşünmeden ‘Eveet!’ dedim. İyi ki sormuş canım kuzenim çünkü yaşadıklarımdan aldığım zevk hayal ettiklerimin yanına bile yaklaşmamış:))
Neden bu rota ile başladık?
Birincisi burası Likya yolunun 2 ana başlangıcından birisi. İkincisi grubumuzda Likya yolunun bu etabını 3 sene önce yürümüş bir arkadaşımız vardı ve onun tecrübelerinden yararlanmak istedik ilk yürüyüşümüzde. Ayrıca okuduğumuz yazılardan çok zor bir rota olmadığını öğrendik ve ilk yürüyüşümüzde yumuşak bir başlangıç yapmak istedik.
Yanıma ne almam gerekiyor?
Bu yürüyüşte yapacağınız konaklamaya göre değişen bir durum. Biz bu rotada çadır kurduk, diğerinde pansiyonlarda kaldık. İki yürüyüşten de edindiğim tecrübelerle çadırlı ve çadırsız yürüyüş için çanta hazırlığını anlattığım bir yazı yazdım.
‘Likyatrail’ isimli whatsapp grubumuzun yürüyüşten bir gece önceki mesajlarından bir alıntı:
-Benim çadırım tek başına 3,5 kg zaten:(
-Vallahi billahi çıkaracak bir şey kalmadı çantadan!
-Daha su yok, 10.6 kg benimki.
-Yaa benimki nasıl 12 kg oldu?!
-Kızlar maximum 10 kg olsun, çıkarın gereksiz şeyleri.
-Ay yok ben çıkaracak bir şey bulamıyorum çantadan!
Not: Çantada her zaman çıkarılabilecek gereksiz bir şey vardır.
Not 2: Yürüyüşten önce bırakamadığınız gereksiz şeyleri yürüyüş size bıraktırır:))
Not 3: Güzel metafor oldu, sevdim bunu.
Ulaşım Zor Mu?
İstanbul’dan Dalaman’a uçak
Dalaman Havalimanı'ndan Fethiye Otogarı'na shuttle
Fethiye Otogarı'ndan Likya yolu başlangıcına yakın bir noktaya minibüs
Uğraştırıcı gibi gözükse de hemen indiğin yerden bindiğin bir aktarma sistemi olduğu için hiç yormadı. Minibüsten indikten sonraki yürüme kısmı biraz yokuş.
Faralya-Kabak Rotası
Bizim ekip İstanbul, Adana, İzmir gibi farklı noktalardan geldiğinden bir gün önce buluşup bir yerde konakladıktan sonra ertesi sabah erkenden yola çıkmaya karar vermiştik. Likya yolunun Faralya başlangıcının hemen yanında inanılmaz güzel bir otelde kaldık. Sezon başlamadığından muhtemelen fiyatları böyle bir yer için oldukça uygundu. Ben öğlen vakitlerinde ilk varan kişiydim ve yürüyüş öncesi kafa dinlemeli, havuza girip çimlerde yuvarlanmalı bir gün geçirdim, öğleden sonra kızlar da geldi ve planın son bir üstünden geçip erkenden yataklara geçtik.
Sabah 05.30'da uyanma ve saç örme mesaimiz başladı. Saç örme olayı bizim için Likya ile bütünleşen ve aramızda sürekli esprisini yapacağımız bir aktivite haline geldiği için yazılmayı hak ediyor:)
Otelimiz başlangıç noktasının dibinde olduğu için sakince kahvaltımızı da yaptık ve giriş fotoğraflarımızı çekildikten sonra 07.00 gibi yola başladık.
Daha başlangıç noktasında kalabalık yürüyüş gruplarının olması acaba hayalimizdeki gibi sakin bir yürüyüş olmayacak mı sorusunu aklımıza getirse de öyle olmadı. Evet Ovacık-Faralya yolunun nisan-mayıs aylarında bir doğa yürüyüşüne göre kalabalık gelebileceği sürpriz değil artık. Ama aktif bir yürüme modu olduğundan biraz hızlanıp yavaşlayarak gruplarla aranıza mesafe koyabiliyorsunuz.
1.Gün Ovacık-Faralya
Ortalama 10 kg lık çantalarımız sırtımızda, pırıl pırıl bir sabah ve macera enerjisi içimizde, ‘Gençliğimiz var be!’ diyerek harika bir Ölüdeniz manzarası eşliğinde başlıyoruz Baba dağına tırmanmaya. Bir mola mı versek dediğimiz ilk noktada saate bakıyoruz ve başlayalı sadece yarım saat olduğunu görmenin şaşkınlığını yaşıyoruz:)) Hepimiz günlük hayatımızda çeşitli sporlarla uğraşsak da bedenimiz alışmış olduğundan farklı bir şey yapıyor. Gün batmadan Faralya’ya varmamız lazım çünkü ilk çadırımızı karanlıkta kurmak istemiyoruz. Ve yola devam ediyoruz. Çantalar yol ilerledikçe ağırlaşıyor. Kısa ve sık molalar veriyoruz. Her yerden bahar çiçekleri fışkırıyor. Betona alışık gözlerimiz yeşillerin içine dalıp çıkıyor. Ayaklarımız yola biraz daha alışıyor ve ilk büyük molamızı kahve içmek için Kozağacı köyünde veriyoruz. Rotanın popülerleşmesiyle buradaki yerel halk yürüyüşçüler için ufak tefek işletmeler açmış. Yanındaki çeşmeden de sularımızı doldurup yola devam ediyoruz.
Çam ağaçlarının gölgesinde rüya gibi yollardan geçsek de bazı noktalarda buraya hiç yakışmayan zevksiz betonlaşmaların başladığını görüp üzülüyoruz. Bu kadar uzun süre ağırlık taşımaya alışık olmayan omuzlarımızın ağrısı kendini iyice hissettirirken ikinci büyük molamızı gözleme yemek için eski zeytin ağaçlarıyla dolu Kirme köyünde veriyoruz. Artık Faralya’ya bayağı yaklaştık, yolun çoğu bitti, gözlemelerimizi yerken ayakkabılarımızı çıkarıp parmaklarımızı oynattık(too much information). Keyfimiz yerinde. Yenilenmiş bir şekilde Faralya’da çadır kurmayı planladığımız George House’a doğru yola çıkıyoruz. Bu arada bilmeyenler için Faralya Kelebekler Vadisi’nin üstü. Faralya’da olduğumuzu anladıktan sonra Google'daki konumu açıp başlıyoruz George’un evini aramaya. Vardığımız konumda hiçbir tabela bulamıyoruz, işletme de var gibi değil. Etrafta dolanıp duruyoruz. En son öğreniyoruz ki George ölmüş, işletme kapanmış. Sonra Google'dan baktık ki yorumlar en son 2020’den. Neden önceden bakmadınız gibi çok mantıklı bir soru yöneltebilirsiniz. Ne bileyim, bakmadık işte, hallederiz orada diye düşündük, açıklamam bu kadar:) 15 kmlik yürüyüşten sonra kafa olarak artık bitiş modunda olduğumuzdan bu kısımda biraz zorlanıyoruz ve daha önemlisi ‘Nerede uyuyacak bu insanlar?!’ Kelebekler vadisinin tam üstünde belediyeye ait bir yerde çadır kurabileceğimizi öğreniyoruz insanlara sora sora ve en son oraya gitmeye karar veriyoruz. Bizim dışımızda 5-6 çadır daha var kurulu.
Gözümüze 3 çadırlık bir alan kestirip çadırlarımızı kurduktan sonra kuzenimle yaklaşık yarım saat uzaklıktaki bakkala doğru yola çıkıyoruz. Hem bakkal işleten hem de oturmak için sandalyeleri olan salaş ve harika manzaralı bu yerde ilk biralarımızı içmeye karar veriyoruz ve kapısı olmayan tuvaletinde full Kelebekler Vadisi manzaralı çişimi yaparken aklıma Rick and Morty’nin tuvalet bölümü geliyor. (Merak edenler için bknz. S04E02) İkinci biralarımızı kızlarla içmek için dönüyoruz çadırlarımıza. Gün batımı renkten renge geçerken ve kızların kahkahalarını dinlerken bütün duygulardan daha baskın bir duygu fışkırıyor içimden: Özgürlük.
İlk Çadır Macerası
Çadır kurduğumuz yerin hemen yanında tek bir ev var. Çadır kuranlara evlerinin dışında bulunan tuvaleti makul bir ücret karşılığı kullandırıyorlar ve su, soda gibi temel ihtiyaçları satıyorlar. Hoş ve komik bir sohbetleri var, çay eşliğinde uzun bir sohbet ediyoruz. Ve saat daha 21.30 iken oturacak başka bir alan olmadığından ve hava dışarıda oturmak için soğuk olduğundan çadıra doğru geçiyoruz.
Çadıra girince montumu, çorabımı çıkarıyorum ve kulaklığımı takıp bana 2 beden büyük uyku tulumumun içine giriyorum. Yavaşça uzanıyorum. Belimin altında çok sert bir zemin ve çıkıntılar hissediyorum ve ilk içsel şokumu yaşıyorum: ‘Oha bu hissettiklerim taş mı?!’
Rahat edemeyip yana doğru dönüyorum ve alttaki bacağım çok acıyor ve 2. içsel şokumu yaşıyorum: ‘ Bacağım bu kadar ağır mıymış?!’ Tekrar sırtüstü dönüyorum ve ‘Ya biraz soğuk mu sence de?’ diyorum çadır arkadaşım Eda’ya. ‘Ben de çok üşüdüm!’ diyor. Uyku tulumumu açıyorum, önce çantadan içliğimi bulup onu giyiyorum sonra sobalı bir villadaymışçasına çıkardığım montumu ve çorabımı giyip tekrar uyku tulumuna giriyorum ama hala çok soğuk:( Hemen yanımızda 3 kişilik bir erkek grubu var(bizim dışımızdaki çadırlardan sadece ikisi yürüyüşçüydü). Bireysel olarak bir rahatsızlık vermeseler de toplu çadır kültürüne hiç uymayacak şekilde gece 03.00'e kadar müzik dinleyip aşk acısı çekiyorlar. Vücudumdaki bütün kaslar taşıdıkları ağırlıkların ve yürüdükleri yolun üzerine buz gibi taş zemin mutsuzluğu yaşarken ben böyle aşkın ızdırabını demek için bile çadırdan çıkıp 1 grlık izolasyonumu bozacak enerjim yok. Yarı uyur yarı uyanık sabah 05.00'te çadır arkadaşıma fısıldayarak sesleniyorum:
-‘Edaaa, uyuyor musun?’
-‘Ne uyuması, hiç uyuyamadım ki!’
-‘Eda ben niyeti bozdum, daha fazla dayanamayacağım, gidip yukarıdaki evdekilerin 'Bize soba yakın n’olur!' diye kapılarına dayanacağım.’ diyorum.
Kalan son enerjisiyle gülüp ‘Hadi’ diyor. Hava hala karanlık ama birazdan aydınlanmaya başlayacağı belli, siyahı azalmış. Kafalarımızda lambalarımız, abinin dışarıdaki sedirde sanki yazın ortasındaymışçasına uzandığını görüyoruz ve kapıyı çalmamız gerekmeyeceği için mutlu oluyoruz.
‘Abiiiiiiiii’ diye sessizce sesleniyorum. Yarım gözünü açıp şaşkınca bakıyor. 'Sobayı yakabilir misin? Biz çok üşüyoruz!' diye en tatlı halimle konuşuyorum. Sağ olsun kıyamayıp kalkıyor hemen. Ateş sen ne güzel icatsın! Ateşi ilk kez bulup ısınan atalarımın ne hissettiğini hayatımda anlamaya en çok yaklaştığım anın içindeyiz. Çırayla ve dünden kalan çekirdek çöpleriyle tutuşturulan odunun sesi… Ellerimiz ısınıp hareket kabiliyeti kazanınca hemen gruba bir fotoğraf atıyoruz : ‘Üşüyen gelsin!’ Aradan 2 dk geçmeden kuzenimin soğuktan bembeyaz olmuş suratıyla ve koşarak yanımıza gelişini gülerek izliyoruz. Yavaş yavaş gün doğuyor, diğer kızlar da geliyor ve herkes gece yaşadığı macerasını anlatıyor. Çadırım niye 12 kg benim ya diyen ve yanına şişme yatak alan (:D) yol arkadaşımız dışında kimsenin soğuktan uyuyamadığını öğreniyoruz ve diğer günler çadırda konaklamamaya karar veriyoruz. Isınmış olmanın etkisiyle gece kendi içimizde yaşadıklarımıza kahkahalarla gülerken kendileri de annelerimiz gibi yörük olan ve sıkmayı bilmeyen ev sahiplerine sıkma yaparak teşekkür etmeye karar veriyoruz. (Elbette ki belli bir para da verdik.) Birimiz hamuru açıyor, birimiz pişiriyor, birimiz sarıyor ve kendimizi birden çocukluktan beri çok iyi bildiğimiz bir sahnenin içinde buluyoruz. Ablaya sabun kalmamış deyince şu alttan dolduruver diyor ve artık veda vaktimizin geldiğini anlıyoruz:) ve Kabak’a doğru yola çıkıyoruz.
Bohemistana hoş geldik : Kabak
Yolumuz önceki geceye göre daha kısa (7 km) . Faralya’dan Kabak’a giden yol manzara açısından çok keyifli! Ama diz problemi olanlar dikkat, çok dik bir iniş var. Baton desteği ve trekking ayakkabısının farkını hissedebileceğiniz bir rota. Önceki geceye rağmen kendimin ve ekibin çok dinç olduğunu ve herkesin çantalarını daha rahat taşıdığını fark ediyorum. Sadece mis gibi bir doğayla iç içe olup keçi gibi dağlarda dolanmaktan değil, sürekli konuşup nasıl geçecek diye merak ettiğimiz ilk günü acısıyla tatlısıyla bitirip yeni güne başlamanın enerjisi bu. İkindi saatlerinde Kabak’a varıyoruz ve kuzenimin daha önce kaldığı ve önceden tanıştığı bir yere gidip sahibine maceramızı anlatıyoruz. Kendi otellerinde yer olmadığını ama sahile yakın başka bir yeri ayarlayabileceğini söylüyor. Sezon daha başlamadığı için fiyatlar gayet uygun. Sanki önceki gece çadırda taşın üstünde donarak uyumamışız gibi, para verdiğimiz için hizmet alma moduna ışık hızında geçen bilinçaltımız odanın tahta tavanından dökülen toza kızıyor ve çalışana söylüyor. Çalışan da cigarasından(evet,sigara değil:)) bir nefes çekip ‘Ya tahta tavan böyle oluyor.’ gibi bir şey diyor. Ben şöyle duyuyorum: ‘Burası Kabak, işine gelirse.‘ Bir kez daha iş aksatmanın salaşlıkla aynı şey olmadığını ve böyle yerleri/kişileri çok sevemediğimi fark ediyorum.
Neyse amaaan diyip biz de kendimizi bırakıyoruz ‘Kabak ruhuna’. Üstümüzü değiştirip sezonun ilk denizine giriyoruz. Su buz gibi ama hava sıcacık. Akşam yemeğinden sonra kaldığımız yerde akşam ateş etrafında toplanıp biralarımızı açıyoruz. Sesi çok güzel bir kız türkü söylüyor, önceki gün yolda karşılaştığımız 2 yürüyüşçü var, Türkiye’nin çeşitli yerlerinden buraya gelip Kabaklı olanlar var. Ateşin ve biranın etkisiyle sohbetin bol olduğu, 2 li başlayan muhabbetlere bir anda çemberin dahil olduğu bir ortam. Günlük hayatta denk gelmediğim bu ortam onların rutini gibi ve farklıları deneyimlemeyi ne kadar çok sevdiğimi bir kez daha anlıyorum.
Aladere Şelalesi
Ertesi gün öğleden sonra dönüş var ve sabah erkenden kalkıp 3 km uzaklıktaki Aladere Şelalesi'ne yürümeye karar verdik. Ağır sırt çantalarımızı iyi ki almadık dediğimiz, oldukça eğlenceli ama yer yer kaygan kayaların, akarsuların ve ağaçların içinden geçerek ilerlediğimiz için zorlayıcı noktaları da olan bir yürüyüştü. Bir kaç kez aa bu mu şelale dedikten sonra esas şelaleye varınca hiç şüphemiz kalmadı:)) Bir yürüyüşü daha bitirmenin mutluluğuyla kahvaltıdan sonra denize attık kendimizi.
Bir Rotanın Bitişi
Başta söylendiğimiz konaklama yerimizin salaşlığına kendimizi bırakınca gittikçe iyi hissetmeye başladık. Herkesin kendi halindeliği ve kimseyi fazla umursamaması 2. günün sonunda bizim de biramızı alıp kâh sandalyelere rahatça yayılmamızla kâh kimseyi sallamadan meydanda çeşitli yoga hareketleri denememizle sonuçlandı. Kimsenin bir şey olmaya kasmadığını ve hepsinin kafamdaki yorumlardan ibaret olduğunu düşünerek Kabak’a şimdilik veda etmeye hazırdım.
İlk göz ağrımız olan bu canım rotaya, bu anılara, ilk uzun yürüyüş arkadaşlarım olan Sevgül Ablam'a, Betül’e, Eda’ya ve Pare’ye bana kattıkları için minnettarım. Kiminin şefkati, kiminin netliği, kiminin neşesi, kiminin bilgeliği bana o kadar iyi geldi ki. Yol da tam olarak böyle bir şey değil mi ?
Yol açık, yola çık! Kim bilir belki bir gün yolda karşılaşırız:))
Comments